Croisette gezi yeri, masmavi kıyı boyunca uzanıyordu. İlerde sağda, Esterel dağı denizin içine kadar uzanıyor ve sivri tepeleri ufku kapatarak manzarayı engelliyordu.
Sol yanda ise, çam ormanlarıyla kaplı Sainte-Marguerite ve Saint-Honorat adaları görünüyordu.
Beyaz villalar yığını, Cannes'ı çepeçevre saran yüksek dağlar ve geniş körfez boyunca güneşin altında uyukluyordu sanki. Dağların tepesinden eteklerine kadar oraya buraya serpiştirilmiş evler, koyu yeşillikler arasında kar taneleri gibi beyaz lekeler halinde ta uzaklardan görülüyordu.
Denize en yakın konumda bulunan evlerin demir parlaklıkları, sakin dalgaların sürekli olarak yıkadığı geniş gezi yerine bakıyordu. Hava yumuşak ve güzeldi. Ilık bir kış günüydü. Bahçelerde limon ve portakal ağaçları vardı. Hanımlar ağır adımlarla dolaşıyorlar ve yanlarındaki erkeklerle konuşuyorlar, çocuklar da çember çeviriyordu.
Genç bir kadın, kapısı Croisette'e açılan küçük ve sevimli evinden çıktı. Bir ara durdu ve yoldan geçenleri seyretti. Sonra yorgun bir yürüyüşle denizin karşısındaki boş bir bankın önüne geldi. Yirmi adımlık yolu yürümekten bitkin, soluk soluğa banka oturdu. Solgun çehresi, ölü yüzünü andırıyordu. Öksürmeye başladı ve kendisini bitirip tüketen bu sarsıntıları durdurmak istercesine eliyle ağzını kapattı.
Güneş ışınları ve uçuşan kırlangıçlarla dolu gökyüzüne, uzaktaki Esterel dağının yüksek tepelerine ve hemen yakınındaki sakin ve masmavi denize baktı.
Gülümsedi ve "Ne kadar mutluyum!" diye mırıldandı kendi kendine.
Gerçi yakında öleceğini, ilkbaharı bir daha hiç göremeyeceğini, önünden geçip giden bu insanların bir yıl sonra biraz daha büyümüş çocuklarıyla birlikte, yürekleri mutluluk ve umut dolu olarak yine burada gezineceklerini, temiz ve serin havayı ciğerlerine dolduracaklarını biliyordu. Oysa bir yıl sonra kendi cansız bedeni, meşeden yapılmış bir tabutta çürümüş olacak ve kendine kefen olarak seçtiği ipek elbisenin içinde içinde yalnızca kemikleri kalacaktı.
Burada olmayacaktı. Oysa hayat başka insanlar için devam edecekti. Kendisi için artık her şey sonsuza dek bitmiş olacaktı. Artık bu dünyada olmayacaktı. Gülümsedi ve hasta ciğerlerinin bütün gücüyle, bahçelerden gelen güzel kokulu, temiz havayı içine çekti.
Ve düşünmeye başladı.
Her şeyi hatırlıyordu. Dört yıl önce, kendisini Normandiyalı bir soyluyla evlendirmişlerdi. Evlendiği adam, güçlü, sakallı, geniş omuzlu, dar kafalı ve neşeli mizaçlı biriydi. Parasal birtakım nedenlerle evlendirmişlerdi onu. Kendisine kalsa, bu evliliğe "Hayır" derdi. Ama anne ve babasını kızdırmamak için, evlenirken hafif bir baş hareketiyle "Evet" demişti. Paris'te büyümüş, yaşamaktan mutluluk duyan, neşeli bir insandı.
Kocası, evlendikten sonra onu Normandiya'daki şatosuna götürdü. Şato, yaşlı ağaçlarla çevrili, çok geniş, taştan bir yapıydı. Karşısında büyük bir çam ormanı vardı. Sağ tarafta, çamların arasındaki açıklıktan, uzaktaki çiftliklere kadar uzanan çıplak ova görünüyordu. Şatonun önünden geçen kestirme bir yol, üç kilometre ötedeki anayola bağlanıyordu.
Her şeyi, buraya gelişini, yeni evinde geçirdiği ilk günü ve şatoda her şeyden uzak tecrit edilmiş hayatını hatırlıyordu.
Şatonun önünde arabadan indiğinde, eski binaya bakmış ve gülerek, "Pek neşeli bir havası yok!" demişti.
Kocası gülmeye başlamış ve "Kulak asma, alışırsın! Ben burada hiç sıkılmam" diye cevap vermişti.
O gün, zamanlarını öpüşüp koklaşmakla geçirmişler ve gün hiç de uzun gelmemişti kendisine. Ertesi gün yeniden başlamışlar ve bütün hafta böyle öpüşüp koklaşmakla geçmişti.
Sonra şatoya çekiş-düzen vermeye başladı. Bu iş, bir ay sürdü. Günler anlamsız fakat zaman alan birtakım uğraşlarla birbiri ardına geçip gidiyordu. Küçük şeylerin hayatta ne denli değerli ve önemli olduğunu öğrenmeye başlamıştı. Mevsime göre yumurta fiyatlarının birkaç santim daha ucuz veya pahalı olmasıyla ilgilenebileceğini öğrenmişti artık.
Yaz gelmişti. Tarlalara gidiyor ve ekinlerin biçilmesini seyrediyordu. Güneşin iç açıcılığı yüreğini sevinçle dolduruyordu.
Sonbahar geldi. Kocası, ava çıkmaya başlamıştı. Médor ve Mirza adlı iki köpeğiyle sabah erkenden çıkıp gidiyordu. O zaman yalnız başına kalıyor, fakat Henry'nin yokluğu onu üzmüyordu. Kocasını seviyor fakat onu özlemiyordu. Kocası eve döndüğünde ondan daha çok köpeklerle meşgul oluyordu. Her akşam bir ana şefkatiyle köpeklerin bakımını yapıyor, onları okşuyor ve aklına gelen bir sürü sevimli adlarla onları çağırıyor ve bu adlardan herhangi biriyle kocasına seslenmek aklının köşesinden bile geçmiyordu.
Kocası ise, hiç sektirmeden avın nasıl geçtiğini anlatıyordu. Kekliklere nerede rastladığını söylüyor, oralarda nasıl olup da tavşan bulunmamasından duyduğu hayreti dile getiriyor ve avladığı hayvanlara arkadaşlarının nasıl sahip çıktığını anlatıyordu.
O ise, aklı başka şeylerde, kocasının söylediklerini dinliyor ve arada sırada kaçamak yanıtlar veriyordu.
Nihayet, o soğuk ve yağmurlu Normandiya kışı gelip çattı. Bitmez tükenmez sağanak yağmur, şatonun göğe bir bıçak gibi yükselen köşeli damını dövüyordu. Yollar adeta çamurdan bir nehre, kırlar da çamurdan bir ovaya dönüşmüştü; yağmurun gürültüsünden başka hiçbir ses duyulmuyor ve bir bulut halinde tarlalara inip tekrar havalanan kargaların döne döne uçuşundan başka bir hareket görülmüyordu.
Öğleden sonra saat 04.00'e doğru, bu siyah kuş ordusu gelip şatonun sol yanındaki kayın ağaçlarının dallarına tünüyor ve kulakları sağır edici seslerle ötüyordu. Yaklaşık bir saat boyunca bir ağacın tepesinden diğerine uçuşuyor, birbirleriyle kavga eder gibi görünüyor, gaklıyorlar ve külrengine çalan dallara kapkara bir hareket veriyorlardı.
Kuş uçmaz kervan geçmez topraklar üzerine çöken karanlığın verdiği bir hüzünle, yüreği darala darala her akşam kargaları seyrediyordu.
Sonra lambanın getirilmesi için çanı çalıyor ve ateşin yanına yaklaşıyordu. Ateşe bir yığın odun atmasına rağmen, her tarafı nemle kaplı büyük odaları bir türlü ısıtamıyordu. Gün boyu salonda, odasında, yemek odasında, her yerde üşüyordu. Soğuk, iliklerine kadar işliyordu. Kocası ise, bütün gün avlandığı ya da toprak işlerine baktığı için yalnızca akşam yemeğine eve dönüyordu.
Neşeli bir şekilde, her tarafı çamur içinde geliyor ve "Ne berbat hava!" diye söyleniyor; bazen de "Şöyle bir ateşin olması ne güzel!" gevezelik ediyordu.
Pek nadir olarak da, "Bugün ne yaptın, iyi misin?" diye karısının hatırını soruyordu.
Kendi sağlığı yerinde, mutlu ve isteksizdi; bu basit, sağlıklı ve sakin hayattan başka bir şeyi düşlemiyordu.
Aralık ayına doğru kar yağmaya başlayınca, sanki yüzyıllardan beri soğuyan eski şatonun buz gibi havasından öylesine acı çekmeye başlamıştı ki, bir akşam kocasına:
- Kuzum, dedi, buraya bir kalorifer tesisatı döşetsen iyi olur. Duvarların nemini alır. İnan bana, sabahtan akşama kadar üşümem bir türlü geçmek bilmiyor.
Henry, ilk önce, şatoya kalorifer tesisatı kurdurmak gibi ipe sapa gelmez bu fikir karşısında şaşırıp kaldı. Köpeklerini öldürüp altın sofra takımları içinde masaya getirseler, bu ona daha doğal gelirdi. Bütün gücüyle katıla katıla gülmeye başladı. Kahkahalarının arasında da, "Buraya kalorifer mi? Ha, ha, ha ne komik!" diye tekrarlayıp duruyordu.
O ise, ısrar ediyordu:
- İnan ki insan burada donuyor. Sen buru fark edemezsin, çünkü devamlı hareket halindesin, ama ben donuyorum.
Kocası, alay ederek cevap verdi:
- Boş ver! Alışırsın. Hem soğuk, sağlık için çok yararlıdır. Eskisinden daha sağlıklı olursun. Biz Parisli değiliz ki, kaloriferli yerlerde yaşayalım! Üstelik çok yakında bahar gelecek.
Ocak ayına doğru büyük bir felaketle karşılaştı. Anne ve babası, bir araba kazasında ölmüştü. Cenaze töreni için Paris'e gitti. Kazadan sonra altı ay kadar kafasını hep bu acı meşgul etti.
İlkbaharın o tatlı günleri geçtikten sonra, sonbahara kadar büyük bir bitkinlik için
Yazar: Beyza Yolbilir